31 Mart 2008 Pazartesi

28 Mart 2008 Cuma

Yeşilmişik

bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
tutmuşum tutmuşum ellerinden senin
düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin
İçindeymişik yeşilmişik sazmışık

balıklar gibiymiş sessiz ve karanlık
yüzermiş saçların yüzermiş nefesin
susarmışız öyle bir sakin derenin
İçindeymişik yeşilmişik sazmışık

  • Can Yücel

ÇEVREMİZ




19 Mart 2008 Çarşamba

Ç A N A K K A L E

ANZAKLI ÖMER

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil.Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz?

Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır " manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? "Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...”Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:



“Siz Türk müsünüz?”
Evet Türk'üm....” İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:

“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün
Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzak’larından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda . Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaadetlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık.” Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan ingilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman . Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi . Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu.

Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş .

Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik darbesiyle kendimden geçmişim.”

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:

“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiçte öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim." Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim.

Bu ingiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce..... Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya 'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş. Yahu senin adın müslüman adı mı ?



Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi.

Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.

"Olsun. Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?" Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için , soramadığı için konuşamıyormuş.

Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay.

Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı....Mırıldandı: Siz Müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?

Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. Beni yalnız bırakma olur mu? Ne gibi Ömer amca ? Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.

Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım.



Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti....

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.

"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."

18 Mart 2008 Salı

Kullanılamayan bir paranın öyküsü...

İngilizlerin İsatanbul'da kullanmayı düşündükleri 60 gümüş kuruş değerindeki 10 şilinlik bir banknot (Yitik Hazine Koleksiyonu)

60 gümüş kuruş değerindeki 10 şilinlik bu banknot Çanakkale'de cephesinde öldürülen İngiliz askerinin neler hayal ederek Gelibolu'ya gelip hüsrana uğradıklarını anlatmaya yetiyor.

Çanakkale Boğazı'na saldıranlar aslında Osmanlı Devleti'nin boğazına saldırdıklarının farkındaydılar; Çanakkale Boğazının geçilmesi Osmanlı Devleti'nin boğazının sıkılması demekti. Zaman geçiyordu ve onlara göre, geçen zamanın yıprattığı, tükettiği en insafsız saldırılarla boğulmak istenen devlet Çanakkale'de son çırpınışlarını veriyordu.

Onlar için Çanakkale'nin düşmesi an meselesiydi. Rahatlıkla İstanbul'a girecekler, zafer ayinini Ayasofya'da yapacaklar ve başkentini işgal ederek, Osmanlı Devleti'ni yıkacaklardı. David Lloyd George "Türk Milleti sa­dece birinci sınıf dövüşen bir kalabalıktır" diye alay ede dursun, yarım saatte Boğaz'ı geçip gideceğini sanan donanma boğazın ilerisine değil dibine doğru yol alıyordu.

İstanbul'da beş çayı içmek için sözleşenler İstanbul'da harcamayı hayal ettikleri paralarını da bastımışlarıdı. Yukarıda gördüğünüz para İngiliz askerleri­nin İstanbul'da kullanması için, 10 şilinlîk banknotlarının üzerine Osmanlı­ca rakamla ve yazıyla "60 gümüş kuruş" yazılarak hazırlanmıştır. Yitik Hazine Koleksiyonu'nda yer alan bu para Çanakkaledeki Anadolu adlı kitapçıkta yayınlandı.
İngiliz'in kibri ve küstahlığı bir yana bir devletin ekonomik olarak ne ka­dar güçlü olması gerektiğini, paranın değerinin bir ülkenin gücü olduğunu gösteren bir misal ile karşı karşıyayız.

T İ P İ T İ P




3 Mart 2008 Pazartesi

BUGÜN... ÖZCAN ANGIN

ÖZCAN ANGIN

ÖZGÜL ANGIN
ANGIN AİLESİ,SONGÜL,ÖZGÜL,MURAT VE ÖZCAN
ADNAN HADİYE SÜRMEGÖZ İ.Ö.O SELÇUKLU/ KONYA