26 Eylül 2007 Çarşamba

16 Eylül 2007 Pazar

MAHALLE

Geçmiş
zaman olur ki / Hayali cihan değer/ Bir an acı duyar insan belki /
Sevmişse biraz eğer /Anlar ki geçenlerin / Rüyaymış hepsi meğer / Rüya
olsa bile o günlerin / Hayali cihan değer..." Necip Celal Andel



Dünyadaki hikayemiz ne zaman başladı bilemiyoruz. Ancak, ilk insandan
bu yana değişmeyen ve değişmeyecek olan iki kavram: Aile ve hane. İnsan
olmayı öğrendiğimiz ve mensubu bulunduğumuz sulbün devamlılığı için
gerekenleri devşirip hayat hikâyemize başladığımız ilkokuldan evvelki
mektep: aile ve hanedir.
Hepsi ayrı bir dünyaya açılan ve hepsi
insana işaret eden insan yuvalarının sıra sıra, arkalı önlü dizilerek
değerlerin ve hikayelerin antolojileri hükmünü taşıyan, beşeri
münasebetlerin provalarını yapıp insan içine çıktığımız mekanlarda
mahallelerdir.
Mahalle insanların biriktirdiği hikayelerin, ruhun ve
şahsiyetin billurlaştığı cemiyet içindeki hücreler gibiydi. Şehir denen
vücudun uzuvlarıydı. Birbirine bağlı hatta sırt sırta ama birbirinden
farklı karakterlere sahip canlı birer bünyeydi mahalleler.
Camisi,
çeşmesi ve bakkalı olmazsa olmazlarıdır. Mahallenin temel taşlarıdır bu
mekanlar. Adreslerin ve tariflerin de hareket noktaları; Bakkalı
geçince,camiinin karşısında,çeşmenin az ilerisi….
Ahşap ya da
kerpiçten yapılma, en fazlası iki katlı, bahçesinde mutlaka kavak ağacı
bulunan, varsa kuyusu buzdolabı olarak kullanılan; yazın serinlik,
kışın ise insanın içine kasvet veren, sakinleri terk ettiğin de hemen
harabeye dönüvererek, geceleri cin ve peri dolaştığına inandığımız
yorgun savaşçılardan müteşekkil mahalleler.
Mahallelerde zaman Ahmet
Haşim’in “Müslüman Saati” ne göre geçerdi. Hayat yatsı namazını
müteakiben, ikindiden sonra, akşam ezanı okununca diye planlanırdı.
Güneş doğunca gün başlar, güneş batınca biterdi. Babalarımız eve
gelince bize de yol görünürdü fatihi olduğumuz sokaklardan. Sofraya
herkes gelmeden, besmelesiz oturulmaz, şükretmeden de kalkılmazdı.
Sofralar fakirdi ama bereketliydi. Soğanın cücüğünü küçükler yer, ama
bütün ayak işlerine de onlar koşardı.
Sefertasları vardı. Daha tost,
hamburger icad olmamıştı. Ellerinde sefertasları ile sabahın
alacakaranlığında belirenler umumiyetle fabrika işçileri idi. Esnafın
sefertasları öğle vaktinde sefere çıkar, çıraklar halkalı pide almaya
koşardı.
Mahalleler insanların, insanlarda mahallelerinin mizacını
bürünürlerdi. Mahallenin her ferdinin umumi adı mahalle sakini idi.
Çünkü mahallede herkes sakin olmalıydı. Taşkınlık, terbiyesizlik ve
saygısızlık dışlanmakla cezalandırılırdı. “Mahalleye geldik” sözü haram
ayların başlaması gibi yasakların ve kendine çeki düzen vermenin en
sert ikazıydı.
Bir insan hakkında ilk hüküm hangi mahalledensin ile
başlar kimlerdensin ile devam ederdi. Akrabalık kadar yakın bir ünsiyet
vehmeden komşuluğun yegane hayatgahı olan mahalleler…
”Neredeyse
komşu komşuya mirasçı olacak zannettim” diyen son resulün mübarek
sözlerindeki insanlığın en güzel eseri komşuluğun yaşandığı yer mahalle.
Mahallelim demek kardeşim kadar derinden ve içtendi.
Mahallenin
namusu vardı. Mahallenin ismi vardı. Bunlar elbirliği ile korunur ve
kollanırdı. Mahalleden olmadığı anlaşılana “bir şey mi aradın arkadaş
”diye sorarlardı. Sahurda ışığı yanmayanın uyanamamışlar diye kapısı
çalınırdı. Bacası tütmeyenin kapısına odun kömür bırakılırdı gece
karanlığında.
Kapının eşiği evin gümrüğü gibiydi. Sevmedikleri
için “eşikten adım attırmam, eşiğine adım atmam” denirdi. Kadınlar
eşiklerde çene çalar, havadis toplarlardı. Seyyar satıcılardan eşikte
alışveriş yapılırdı. Çocuklar kapının eşiğinden “bir maniniz yoksa bu
akşam size geleceğiz” derlerdi. Nedense hiç manide çıkmazdı ve “buyurun
gelin” denirdi.
Mahallenin bakkalı borç birikti diye ne kadar
söylense de kimseyi ekmeksiz bırakmazdı. Pencere önlerinde “Vita” ve
“Evet” marka margarin tenekelerine dikilmiş çiçekler kokardı. Koş
bakkaldan “Tursil” al denirdi. O zamanlar her mamül ilk çıkanın adı ile
anılırdı


“Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün
Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri
Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri
Yarab! Nasıl ferahlı bu alem, nasıl temiz!” Yahya Kemal

Komşuya
ve büyüklere karşı haklı da olsak davamızda hep yalnız kalır “sen
kusura bakma çocuk işte” denirdi. Hakkın, saygıdan ve komşuluktan sonra
geldiğini, yüz yüze bakıyoruz denilen insanlara değer vermeyi
öğrenirdik.
Gece yarısı komşuda vukuat varsa don gömlek koşulurdu.
Polis nedir bilmezdi kimse, mahallenin akil adamları vardı çözerlerdi
her münakaşayı.
Herkesin bir lakabı vardı ve herkesin yedi sülalesi
bilinirdi. Her mahallenin kadrolu delisi, ayyaşı, kavgacısı, huysuzu ve
buna mukabil alimi, fazılı ve okumuşu vardı. Mahalleler bu iki grup
arasındaki nispete göre iyi mahalle, kötü mahalle sıfatını alırdı.

“Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.” attila ilhan

Caminin
önü, sokakların köşebaşı ya da mahallenin kahvesi; erkeklerin meclis
kurdukları mekanlardı. Çoğu usta diye anılırdı, ciddiyet esastı.
Fabrika imalatını beğenmez mutlaka bir kusur ararlardı. Aldıklar
erzakları, “alan var, alamayan var” diye mendile sararlardı.
Namaza gider kapıya tabure koyarlardı. Çırakları işin ikinci günü -ne hikmetse-dükkanda para bulurlardı.

Ustası olmadıkları işi anlasalar da yapmazlar, ustasız karı haram
sayarlardı. Adam sarrafıydılar kapıdan gireni tanırlardı. Ece
ajandasından veresiye defterleri, duvarda Saatli Maarif takvimleri
vardı.
Ustaların ustaları vardı. Babalarından çok ustalarını anlatırlardı. Ustalar ustaları ile anılırlardı.
Tedarikli
gezerlerdi. Ceplerinde; mendil, tarak, çakı, ayna ve hepsinin bitmeyen
askerlik hikayeleri vardı. Lafa karışamaz, ağzımız açık dinlerdik. Nede
çok şey bilirlerdi şaşardık.
“Fincan kulpundan tutmayı””mecliste
söz sahibi olmayı”,”insan içine çıkmayı” hülasa adam olmayı onlardan
duyardık. Kızınca Deli Dumrullaşan, “sözü sohbeti dinlenen” adamlardı.
Devletten
gelen her hükme “şeriatın kestiği parmak acımaz “diye ses
çıkarmazlardı. Postacı dahi olsa her üniformalı büyük adamdı. Çünkü
devletti onlar. Devlet kapısı olmayan iş, işten sayılmazdı. Reyleri
kutsaldı. Saatlerce tartışırlar bazen de kızıp küserlerdi.
Radyoda
“acans” saati gelince her şey dururdu onlar için ve “selahiyetin olacak
ikisini sallandıracaksın bak yapabiliyorlar mı?” diye radikal çözümler
üretirlerdi. Türkiye yetmez, dünya siyasetine de nizam verirlerdi.”
Kenedi aslında iyi adamdı yazık oldu””Domuzdan post Moskoftan dost
olmaz” derlerdi.
Çoğu okur yazar bile değildi ya da askerde
öğrenmişti ama şifahi olarak irfan sahibiydiler ve mütalaaları tarihe
ve belli bir mantığa dayanırdı. Sık sık, “kitapta yeri var” diye atıf
yaparlardı. Mutlaka işi erbabına sorarlardı.
. Hepsi şükrederdi ve
bilirlerdi varın kıymetini. Yokluğu görmüşlerdi. Bunu da bulamayanlar
var derlerdi. Duaları “Allah muhanete muhtaç etmesin” idi. Kanaat ve
sabırdı saadetlerinin sırrı. Kanaat ve sabır….
Tek ümitleri ve tek
dertleri çocuklarının mürüvveti idi. Adeta onun için yaşar ve onun için
her çileye göğüs gererlerdi.”Allah devlete, millete zeval vermesin”
derlerdi
Büyük adamlardı; Erciyes dağı gibi yürekleri vardı.

“Kuru ekmekle beyaz peyniri lezzetle yiyen
Çeşmeden her su içişte “Şükür Allah’a!” diyen
Bu vatandaş biraz ahşap biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten” Yahya Kemal

“Yurttan
sesler korosu” dinlenirdi. Biz çocuklar sıkılırdık o zaman. Şimdi TRT
den her koro sesi duyduğumda o sıcaklığı ve annemin şarkı mırıldanarak
yemek yapışını ve yan gözle de yemeğe ekmek banmayayım diye beni
kollayışını hatırlıyorum. Ne güzel günlermiş!(Ey okuyucu burada biraz
rahmet baskını molası verelim.)
Kapısının önü ayakkabılarla dolu olan evlerde televizyon var demekti.
Zamanla
çatıları sardı antenler, artık herkesin televizyonu vardı. Çizgili
pijamalı adamlar “şimdi nasıl” diye bağırmaya başladılar çatılardan “
Televizyon
icad oldu komşuluk bozuldu.”Herkes televizyonlarıyla beraber
mevziilerine çekilmeye başladı. Artık bir maniniz yoksa diyen
çocuklarda ortalıktan kayboldu.
Ehl-i irfan arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbul imiş illa edeb illa edeb

Ve
Mahalleler… Mahallemiz… Göçebelik bitti diyenler yalan söylüyor. Oradan
oraya savrulan insanlar göçebe değil de nedir? Büyükşehirlerde kaç kişi
komşusunun bir önceki neslini tanıyor. Bir ömür kaç değişik mekanda kök
salmaya yeter.
Durmadan yer değiştiriyoruz. Hep ev alıyoruz komşu
almıyoruz. Bu yüzden kök salamıyor, kuruyoruz. Kaç kişi ben onu
çocukluğundan beri tanırım diyebiliyor. Bir mahallesi dahi olmadan
büyüyen zavallı çocuklar…
Bizler bu asude bahar iklimlerinin son demlerini de olsa yaşadık.
Hep
edep ve terbiye denirdi ve hep “Allahtan korkmak, kuldan utanmaktan
“bahsedilirdi. Büyük adam olacak bu diyenlere “hayırlısı olsun”
derlerdi büyüklerimiz.
Mahalleler derin temeller üzerinde
yükselirdi. Vakar, haysiyet, şeref, haya, izzetinefis, sabır, kanaat,
alın teri, hürmet, edeb, terbiye ve sevgi her hanenin harcında mutlaka
vardı. Günün her saatinde defalarca bunları duyarak ve yaşayarak
büyürdük.
Ya şimdi ki çocuklar. Edep ve terbiyeden bahseden kaç
büyük kaldı. Dershane kapılarında çocuk bekleyen ve çocuğunun sadece
ÖSS puanı ile öğünen ebeveynler, yukarıda anlatılanların kaçta kaçını
veriyorlar çocuklarına. Zavallı çocuklar daha büyümeden tüccar
oluyorlar daha yaşamadan kadavralaşıyorlar.

Cemiyet,ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet,cemiyet,yok eden güruhiyle… Necip Fazıl

Eskiden
okumuş denir saygı duyulurdu. Edeb ve bilgi beraber vardı. Şimdi sadece
bilgi var ve olmadık işlerin içinden okumuşlar çıkınca şaşırıyoruz.
Çünkü bilgi var ama, edeb yok.
Müktesep cahillerimiz durmadan artıyor.
Okumuşta
olsa hepsi mutsuz, hepsi bedbin ve hepsi ruhsuz ve bencil bir başarı
hedefine odaklanıp deniz suyu içercesine susuzluklarını gidermeye
çalışıyorlar. Acılarını ve sevinçlerini paylaşacak dostları
olmadığından geceleri başarılarına sarılıp uyuyorlar, gündüzleri de
psikolog kapılarında sıra bekliyorlar. Çünkü mahalleleri yok. Çünkü
mahalle çeşmesini bilmiyorlar

Dost biperva, felekbirahm, devran bisükûn
Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali zebûn . Fuzuli

Biraz
daüssıla (ecnebicesi nostalji) biraz serzenişten sonra yeniden
insanların yaşadığı, yaşayan ve ruhu olan mahalleler kurabilmek
ümidiyle, hatmi kelam babından bir meselle sözü kısa kesmek
gerek…Vesselam…
Beyaz adamın Amerika kıtasını ele geçirmeye
çalıştığı yıllar. Birkaç beyaz adam bir kızılderiliyi rehber olarak
yanlarına almışlar hızla ilerliyorlar. Ancak uzunca bir müddet
gittikten sonra Kızılderili rehber birden duruyor, atından iniyor ve
yere bağdaş kurarak oturuyor. Beyaz adamlar ne olduğunu anlayamıyorlar.
Kızılderiliye ne oldu? Niye durduk? diye sorduklarında şu cevabı
alıyorlar:
-Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kaldı.

A.RAHMİ ŞEYHOĞLU